Kur’ân bize sadece geçmişi anlatmaz. Kur’ân, geçmişi bugüne taşır; bugünü geçmişin ışığında anlamlandırmamızı ister. Bu yüzden Kerbelâ’yı sadece bir tarihî facia olarak okumak, Kur’ânî bir bakış değildir.
Her tarihî kırılma, salt bir vak'anın kaydı değil; bir anlamın yitirilişidir. Kerbelâ, İslâm tarihinin kronolojik bir olayı olmanın ötesinde, Müslüman zihnin siyaset, meşruiyet ve ahlâk düzleminde köklü bir savruluş yaşadığı ontolojik bir dönüm noktasıdır. İslâm ümmetinin siyasi kaderindeki çatlak, Sıffîn’de belirmiş; Kerbelâ’da kanamaya başlamıştır.
Kerbelayı daha iyi anlamak için tarihsel arka planı bilmek lazım.
Kerbela Olayı, bağımsız bir hadise değildir. Kökleri, Hz. Ali (r.a) ile Hz. Muaviye (r.a) arasındaki hilafet mücadelesine, özellikle de Hz. Osman’ın (r.a) şehadetinin ardından yaşananlara dayanır. Medine’de halife seçilen Hz. Ali (r.a), Şam’da hilafetini ilan eden Hz. Muaviye’ye (r.a) ümmet birliği için biat çağrısında bulundu.Bu çağrı olumsuz bir karşılık buldu.Bu durum İslâm dünyasını iki kutuplu bir siyasi atmosfere sürükledi: Hz. Ali (r.a) Hicaz’da, Hz. Muaviye (r.a) Şam’da hilafet ilan edip hâkimiyet kurdu.
Hz. Ali (r.a) barışı arzulasa da, taraftarlarının baskısı ve kaçınılmaz gerginlik, 657 yılında Sıffîn Savaşı'nı getirdi. Savaşın kritik bir anında, Hz. Ali’nin (r.a) ordusu galibiyete yaklaşırken, Hz. Muaviye’nin (r.a) tarafındaki Amr b. Âs, anlaşmazlığın Kur’an-ı Kerim’in hakemliğinde çözülmesini teklif etti. Muaviye’nin askerleri mızraklarının ucuna Mushaflar takarak bu teklifi yineledi. Hz. Ali (r.a), bunun bir oyalama taktiği olduğunu bilmesine rağmen, daha fazla kan dökülmesini engellemek amacıyla hakem yolunu kabul etti.
Yapılan görüşmelerde Ebu Musa el-Eş‘arî Ali’nin, Amr b. Âs da Muaviye’nin hakemi olarak kabul edildi. Hakemler mevcut durumu düzeltmek için anlaştılar. Her iki halifeyi de görevlerinden alıp bir kurul tarafından yeni halife seçilmek üzere anlaştılar. Hicretin 37. senesi Safer ayında Dumetü’l-Cendel denilen yerde hakemlerin aldığı kararı öğrenmek üzere halk toplandı. Ebû Musa el-Eş‘arî önce söz alan Ali’nin vekili; “Bu yüzüğü parmağımdan çıkardığım gibi Ali’yi halifelikten çıkarıyorum...” dedi. Muaviye’nin vekili Amr b. Âs’ın da aynı şeyleri söyleyeceği beklenirken o; “Ben de bu yüzüğü parmağıma taktığım gibi Muaviye’yi halifeliğe getiriyorum” dedi.
Bu hile, Şamlıların hemen Muaviye’ye biat etmesine yol açtı ve Ebu Musa’nın itirazları sonuçsuz kaldı.
Bu olay, hilafet meselesini çözmek şöyle dursun, Müslümanlar arasında asırlarca sürecek siyasi, sosyal ve itikadi ayrışmanın temellerini attı. Hz. Ali (r.a), kan dökülmemesi için Medine’ye döndü. Artık fiilen, Hz. Ali (r.a) Hicaz ve Irak’ta, Hz. Muaviye (r.a) ise Şam ve çevresinde hüküm sürüyordu.
Hz. Ali’nin (r.a) şehadetinden sonra, Kûfe ve Hicaz halkı Hz. Hasan’a (r.a) biat etti.Hz Muaviye bu durumdan rahatsız oldu,Hz z Hasan üzerine yürüdü.Ancak Muaviye’nin ordusunun harekete geçmesi üzerine Hz. Hasan (r.a),kan dökülmesini önlemek için, ümmetin birliğini korumak adına hilafetten feragat etti. Böylece Hz. Muaviye (r.a), tek halife olarak siyasi birliği sağladı.
Muaviye yaşlanınca, hilafeti saltanata dönüştürerek oğlu Yezid’i veliaht tayin etti ve halktan onun için biat aldı. Bu durum, İslami hilafet anlayışının temelini oluşturan şûra, seçim ve ehliyet ilkelerine açık bir aykırılıktı. Hz. Hüseyin (r.a), Yezid’in adaletsiz, dini yaşamada ciddiyetsiz ve ahlaken yetersiz olduğunu düşünerek, meşru olmayan bu saltanat sistemine karşı çıktı ve biatı reddetti. Bu reddiye, temelde yönetimin meşruiyet krizine ve saltanatlaşmasına yönelik bir tavırdır bir protestoydu.
Yezid, değişik vilayetlerde yaşayan halkın kendisine biatının valiler kanalıyla merkeze iletilmesini istedi. Medine valisi özellikle Hz. Hüseyin’den biat isteyince o biat etmedi.Hz Hüseyin ra Müslümanlar arasında fitne ve kargaşa çıkmasın diye de Medine’den ayrılıp Mekke’ye gitti. Ancak Yezid’in adamları onu Mekke’de de rahat bırakmadı ve Yezid’e biat etmeye zorladı.
Bu sırada Kûfeliler, Yezid’in zalim valisi Ubeydullah b. Ziyad’a karşı kendisini destekleyeceklerine dair çok sayıda davet mektubu gönderdi. Durumu yerinde incelemek için Müslim b. Akil’i Kûfe’ye gönderen Hz. Hüseyin (r.a), başlangıçta binlerce kişinin biat ettiği olumlu raporlar aldı. Ancak Vali İbn Ziyad’ın şiddetli baskı ve tehditleriyle Kûfeliler korkup dağıldı ve Müslim b. Akil, desteksiz kalarak yakalanıp şehit edildi.
Bu gelişmelerden habersiz olan Hz. Hüseyin (r.a), Mekke ve Medinelilerin uyarılarına rağmen, Kûfelilerin sözüne güvenerek yola çıktı. Yolda Müslim’in şehadetini ve Kûfelilerin döndüğünü öğrendi, ancak geri dönmek yerine yoluna devam etti. Fırat Nehri kenarındaki Nineva bölgesine geldiğinde, Vali İbn Ziyad’ın komutanı Ömer b. Sa‘d, onu ve beraberindekileri suyun yolunu keserek çölün kavurucu kumlarına, Kerbelâ’ya sürdü ve kuşattı.
10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) Cuma günü, Hz. Hüseyin (r.a), ailesi ve 70’e yakın sadık yâreni, açlık ve susuzlukla bitkin düşürüldükten sonra, Yezid’in ordusu tarafından acımasızca katledildi. Şehitler arasında Hz. Hüseyin’in (r.a) altı aylık oğlu Ali el-Asgar gibi masum bebekler ve çocuklar da vardı.
İşte bu Kerbela Faciası, İslâm tarihinin en derin yarası, siyasi meşruiyetin, adaletin ve insanlığın katledildiği bir trajedi olarak hafızalara kazındı.
Kerbelâ hâlâ susmaz. Çünkü Kerbelâ bir çığlıktır. Her çağda zulme direnenlerin vicdanı, Kerbelâ’dan yankı bulur. Hz. Hüseyin, sadece geçmişin değil, geleceğin de rehberidir. Zira o, susmayı değil; susuz ölmeyi seçti.
Kerbelâ, sadece o gün yaşanmadı; her çağda yeniden yaşanıyor. Her zalim Yezid, her mazlum Hüseyin’dir.
İslâm dünyası Kerbelâ’yı tarih kitabında değil; kendi ahlâkî ve siyasal bilinçaltında taşıyor. Bu yüzden Kerbelâ’yı anmak yetmez; anlamak gerekir. Zira bir milletin hafızasında Kerbelâ sadece matemse, oradan bir diriliş çıkmaz. Ama Kerbelâ, adalet fikrinin son direnişi olarak görülürse, oradan bir inşa doğar.
Kerbelâ’nın sorusu hep canlıdır: “Sen kimin tarafındasın?”
Kur’ân, sorumluluk yükler. O gün Kerbelâ’da sessiz kalanlar, zulme ortak oldular. Bugün de zulüm karşısında susanlar, aynı sessizliğin içindedir.
Kerbelâ’yı sadece ağlamakla anmak, eksik bir bilinçtir. Kur’ân bizden anlamamızı ister. Duyguyla değil, akılla ve imanla hareket etmemizi ister. Çünkü Kerbelâ, bir gözyaşı değil; bir yön tayinidir.
Kerbelâ, tarihten ziyade bir tavırdır.
Ve Hüseyin, sadece bir şahıs değil; bir mücadelenin adıdır.
Onun yolunda yürüyenlere selâm olsun.
Rabbim bu ümmete Kerbelalar yaşatmasın.
Hüseynî bir kıyam ve Zeynebî bir duruşla hayatını devam ettirenlere selam olsun...