İklim Kriziyle Mücadele, Bilgiyle ve Bilinçle Olur!
Öncelikle ilk şunu ifade etmekte fayda görüyorum;Israrla iklim krizi,iklim değişikliğim değil. Bu söylem iklim değişikliği yok anlamında değil elbette.Şuan için ciddi bir iklim krizyle karşıkarşıyayız,bu değişikliğe dönüşürmü ,bunu zamanla anlaşılacak.İklimin değişmesi bir süreç ve zaman gerektirir.Bugün için iklim değişikliği var demek ne kadar anlamsızsa,yok demekte en az onun kadar anlamsızdır.Şuan bir kriz var iklimde ,bu kalıcımı değil mi,bu zamanla anlaşılacak.Bazılarının iklim değişikliği dediği şeye ben iklim krizi diyorum,siz yazıyı bu persfektiften değerlendirir.
İklim krizi artık geleceğin uzak ve belirsiz bir tehdidi değil, kapımızı çalmış, hayatımızın her anını doğrudan etkileyen somut bir gerçekliktir. Bu krizle mücadele, sadece çevrecilerin veya ilgili bakanlığın görevinden çıkmış, varoluşsal bir toplumsal sorumluluğa dönüşmüştür. İşte bu nedenle, "iklim bilinci" artık bir seçenek değil, bir zorunluluktur. Bu bilinç, tüm devlet kurumlarının ve toplumun her ferdinin benimsemesi gereken yeni bir paradigma, yani düşünce ve eylem değişikliğidir.
Bu krizle sahici bir mücadele için öncelikli adım, sağlam bir kavramsal çerçeve inşa etmektir. "Sürdürülebilirlik", "yeşil büyüme", "döngüsel ekonomi" gibi kavramların içi doğru doldurulmazsa, zihinler başıboş kalır; mefhumlar muğlaksa, mefkûreler bulanıklaşır. Kavramsal çerçeveyi doğru kuramazsak, biz fark etmeden bu krizi besleyen zemini bizzat biz döşemiş oluruz.
Son yıllarda yaşanan seller, orman yangınları, kuraklık ve aşırı hava olayları, iklim krizinin artık kapımızda olduğunu gösteriyor. Ne var ki hâlâ bu krizi bir "çevre sorunu" olarak gören, önlem almayı erteleyen veya inkâr eden bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu, şu çıplak hakikati gösteriyor: İklim krizi, sadece bir çevre sorunu değil, bir zihniyet sorunudur. Dolayısıyla sadece yasal düzenlemeler ve teknolojik çözümlerle sonuç alınamaz. Zihin haritası çözülmeden, tüketim alışkanlıklarımızın ve büyüme paradigmasının altında yatan felsefe değiştirilmeden, mücadele yüzeysel kalmaya mahkûmdur.
İklim krizini klasik bir çevre sorunu gibi değerlendirmek en hafif tabirle konuyu daraltmaktır. Bu kriz, modern dönemde sınırsız büyüme hırsının refahla, konforun ise mutlulukla meczedildiği bir hibrit yapılanmadır. Yani hem ekonomiyle hem kültürle meşrulaştırılmış bir faydacılık sistemidir. Bunu anlamadan meseleye sadece "karbon ayak izi" perspektifinden bakmak, olan biteni teknik bir probleme indirgemektir ki bu da asıl meselenin gözden kaçmasına neden olur.
Meseleyi sadece buzulların erimesi merkezli düşünmek, yangını suyla söndürmeye çalışmak gibidir. Oysaki asıl tehlike, yangını çıkaran kıvılcımın ta kendisidir. Bu krizin varlık zeminini kurutan ise ne sadece devlet politikalarıdır ne de elektrikli arabalardır. Gerçek mücadele, fikrî sahada verilir; zihinlerde kurulan sapkın tüketim kalıpları, ancak ilimle, hikmetle ve sanatla yerle bir edilir.
Her şeyden evvel şu hususun altı kalın çizgilerle çizilmelidir: Devletin yaptığı yasal düzenlemeler ve uluslararası anlaşmalar elbette kıymetlidir, gereklidir. Ama yetmez. Çünkü bu mesele sadece teknik ve politik bir mesele değildir. Bu, akideyle, dünya görüşüyle, değerlerle ve yaşam tarzımızla ilgili bir meseledir.
Devlet elbette politikaları ve yaptırımlarıyla mücadele edecektir, bu onun vazifesidir. Lakin işin sadece teknik boyutuna odaklanmak, hakikatin sadece bir parçasını görmektir. Oysa bizim ilim ve fikir ehline düşen vazife daha büyüktür: Kıvılcımı söndürmektir.
Bu, ciddiye alınması gereken bir şey. Ülkemizin bilim adamları, akademisyenleri, sosyologları, ilahiyatçıları ve mütefekkirleri buna kafa yormalı. Devletin politikaları yetmiyor. Burada, bu ülkenin yetiştirdiği ilim ve fikir insanlarının söylem üstünlüğünü sağlamaları gerekiyor.
Entelektüellerimiz, âlimlerimiz, mütefekkirlerimiz, öğretmenlerimiz; bu krizin nasıl ve hangi zihinsel hastalıklarla oluştuğunu teşhis edip, sahih bilgiyle, sahih bir yaşam tasavvuruyla milletin zihnini arındırma çabasına girmelidir.
Bu bilinç bireyden, yerele, yerelden topluma, toplumdan devlet kademesine ulaşması gereken bir durumdur. İklim krizinde bugün sadece devletin kanunları, yaptırımları ile düzelen toplum ve bireyi değil, önce birey sonrası toplumsal yapının bilinçlendirmek gerektiğine inanıyoruz. İklim krizini önlemek için önce bilinçli bir birey olunmalı. Bunun için gerekirse ilköğretimden üniversiteye kadar öğrenciler bilinçlendirmek gerekir. Burada birey ile toplum arasında en büyük köprü yerel yönetimlerdir. Yerel yönetimler bireylerin iklim bilincinin oluşmasına katkıda bulunmak ve bu bilinci toplumsallaştırmak zorundayız.
Bu bilginin, ezberlerin ötesine geçerek bir bilince, bir yaşam tarzına dönüşmesi gerekiyor. Çünkü iklimi yönetemeyen, geleceği yönetemez. Bu yeni paradigmayı benimseyerek, sadece gezegeni değil, ekonomimizi, sosyal refahımızı ve ulusal güvenliğimizi de garanti altına alabiliriz. Bu, hepimizin omuzlarındaki tarihi ve toplumsal bir görevdir.
Bu krizle mücadele sadece Çevre Bakanlığı'nın ya da yerel yönetimlerin işi değildir. Bu iş, akademinin, ilahiyatın, sosyal bilimlerin, fikir adamlarının, mütefekkirlerin, öğretmenlerin, sanatçıların ve medyanın işidir.
İklim krizi, artık sadece çevresel bir mesele değil, tarımın, ekonominin, göçün, toplumsal yapının ve hatta ulusal güvenliğin merkezinde yer alan bir meseledir. Dolayısıyla, tarım politikalarını da köklü bir şekilde yeniden düşünmek, yani tarımda yeni bir paradigma inşa etmek zorundayız.
Yeni paradigma, “genel” değil “yerel ve kişisel” öneriler üzerine kurulmalıdır. Çiftçinin toprağı, suyu, hayvan varlığı, bitki deseni, aile yapısı gibi veriler dijital sistemlerle toplanmalı ve yapay zekâya işlenmelidir. Böylece her üreticiye özel üretim önerileri geliştirilebilir. Çiftçinin emeği boşa gitmez, kaynaklar daha verimli kullanılır ve iklim krizinin etkileri en aza indirgenir. Eskiden tarımda“daha fazla üretim” anlayışı hâkimdi; bugün ise “doğayla uyumlu üretim” esastır. Kuraklığa dayanıklı tohumlar, su tasarrufu sağlayan sulama yöntemleri, toprağın karbon tutma kapasitesini artıracak uygulamalar bu paradigmanın merkezinde olmalıdır. Tarım artık sadece gıda üretimi değil, aynı zamanda iklim krizine karşı direncin de en önemli cephesidir. Göçlerle boşalan köyler,sadece üretim alanlarının değil, kültürün ve toplumsal hafızanın da çökmesine sebep olmaktadır. Yeni paradigma, kırsalı yalnızca “tarımsal üretim mekânı” değil, aynı zamanda sürdürülebilir yaşam alanı olarak yeniden kurgulamalıdır.
İklim krizinin dünyada gıda fiyatlarını yükselttiği, su savaşlarının ufukta belirdiği bir çağda tarım, en az savunma sanayii kadar stratejik bir alandır. Kendi tohumuna, kendi suyuna, kendi üreticisine sahip çıkan bir ülke, bağımsızlığını koruyabilir. Bu nedenle tarımda yeni paradigma, gıda güvenliğini “milli güvenlik” meselesi olarak ele almaktır.
Türkiye, savunma sanayinde dünyaya "Biz yaparız!" dedirtti. Şimdi sıra, çok daha kapsamlı ve yaşamsal olan iklim kriziyle mücadelede aynı azmi göstermekte. Bu, topyekûn bir seferberliktir. Merkezi yönetimin stratejisi, yerel yönetimlerin uygulaması ve biz bireylerin de bu zincirin vazgeçilmez bir halkası olmamızla başarıya ulaşacaktır. Gelin, savunma sanayinde gösterdiğimiz o inanç, kararlılık ve milli ruhu, iklim kriziyle mücadeleye taşıyalım. Çünkü iklim krizi, üzerinde yaşadığımız bu vatanı ve gelecek nesillerin güvenliğini doğrudan tehdit eden en büyük savaştır.
Çağımızda hiçbir iş kolu, hiçbir bakanlık, hiçbir kurumsal yapı iklimden bağımsız değildir. Her faaliyetimiz, attığımız her adım, doğrudan veya dolaylı olarak iklimi etkilemekte; iklim değişikliği ise tarımdan turizme, ulaşımdan enerjiye kadar tüm sektörleri doğrudan etkilemektedir. Dolayısıyla, iklim bilinci artık sadece çevrecilerin değil, herkesin ilgilenmek zorunda olduğu stratejik bir alandır.
Bu bilinçten yoksun her eylem, iklime zarar verme potansiyeli taşır. Yaptığımız her şey, bir çıktı olarak ya iklimi korumakta ya da krizi derinleştirmektedir. Bu yüzden milletçe, hatta tüm insanlık olarak, köklü bir iklim bilinci oluşturmamız elzemdir.
Bu bilincin somut adımlara dönüşmesi için:
1.Kurumsal Düzeyde: Tüm bakanlıkların ve yerel yönetimlerin iklim eylem planları oluşturması, karbon ayak izini azaltacak somut hedefler koyması ve tüm projelerinde iklim etki değerlendirmesi yapması gerekmektedir.
2.Eğitim Sisteminde: İlköğretimden yükseköğretime kadar müfredata iklim okuryazarlığı dersleri eklenmeli, öğrencilerin sürdürülebilir yaşam becerileri kazanması sağlanmalıdır.
3.Tarım ve Gıda Sektöründe: Kuraklığa dayanıklı tohum kullanımı yaygınlaştırılmalı, suyun verimli kullanıldığı damla sulama sistemleri desteklenmeli ve teşvik edilmelidir.
4.Enerji Politikalarında: Yenilenebilir enerji yatırımları artırılmalı, kömür gibi fosil yakıtlara bağımlılık azaltılmalı ve enerji verimliliği özendirilmelidir.
5.Şehir Planlamasında: Toplu taşıma yatırımları önceliklendirilmeli, bisiklet yolları artırılmalı, yeşil alanlar korunmalı ve betonlaşma sınırlandırılmalıdır.
6.Bireysel Düzeyde: Tüketiciler bilinçlendirilmeli, geri dönüşüm alışkanlığı kazandırılmalı, israfı önleyecek kampanyalar düzenlenmelidir.
Yaptığımız her şey, bir çıktı olarak ya iklimi korumakta ya da krizi derinleştirmektedir. Bu nedenle, her birey, her kurum ve her ülke kendi iklim sorumluluğunu tanımlamak ve yerine getirmek zorundadır. Aksi halde iklim krizi yalnızca çevresel değil; ekonomik, sosyal ve insani bir felakete dönüşecektir.